Airbourne: Kulturbolaget, 20.03.2010
Ankara’daki yaşamımdan farklı olarak burada ekstradan iki gün gece hayatı yaşayabiliyorum diyebilirim; o da haftanın Cuma ve Cumartesi günleri. Ankara’da sosyalleşme eksikliğinden kabuğa çekilmiş olan bünyeyi burada da dört günlük ders maratonunun ardından bir Cuma akşamı dışarı saldığınızda ertesi gün yarısı yenmiş bir döner elde, baş ağrısı ile uyanırken bulabilirsiniz. Benim o günkü Airbourne konserinden önceki halet-i ruhiyem de bu şekilde açıklanabilir.
Fakat bir de sosyal dayatmalar var tabii ki; Cumartesi gecesini televizyonsuz bir evde geçirmek pek kanıksayacağınız türde bir opsiyon sayılmaz – hele aylar önceden odanızda posteri olan bir grubun konserine bilet ayırtmış iseniz. Olayın maddi yönü bir yana, sırf kendinizi iyi hissetmediniz diye uzun zamandır beklediğiniz bir konseri ekmenin getireceği manevi yükümlülük tahayyül sınırlarının pek bir üstünde olacaktır. O yüzden ben de hemen bünyeyi sarmış yorgunluktan sıyrılıp kendimi Malmö istikametinde giden otobüslerden birine atıverdim.
İlk konser deneyimlerimde “aman grubu kaçırmayayım” endişesi ile bilette belirtilen kapı açılış göstergesinin yaklaşık bir saat öncesinde mekanın önünde bulunuverirdim; fakat, özellikle Ankara’da iştirak ettiğim Yardbirds ve White Lion konserlerinin bana acı bir deneyim ile öğrettiği üzere, bu gereksiz ve boş bir çaba imiş. O gün(ler)den beri, biraz da –varsa- ön gruplardan sakınma adına alanda kapıların açılmasından bir saat sonra bulunmayı alışkanlık haline getirdim. Cumartesi günü de, tam saatler 9 iken, konser mekânının önünde hiç sırada beklememiş olmanın verdiği mutluluk ile biletimi okutmakta idim.
Belirttiğim gibi, mantığını anlasam bile, konser öncesi bir ön grubun sahneye çıkartılmasına pek dayanabildiğimi söyleyemem. Hele bir de biletin üzerinde böyle bir bilgi yer almamasına rağmen sahnede görmek istediklerinden başkası varsa, iyice çekilmez bir hale gelir mevzu. O gün de ben konser alanına girdiğimde sahnede, isminin sonradan “Taking Dawn” olduğunu öğrendiğim bir grup çalmaktaydı. Hafif melodik rock ile harmanlanmış bir heavy metal müzikleri vardı; sahne düzeni profesyonelce olarak hazırlanmış olsa da grup elemanlarının hareketlerinden ve Airbourne performansından sonra dışarıda bekleyip albümlerini satmaya çalışmalarından ne kadar amatör ruhlu olduklarını söyleyebilirim. Bu kesinlikle olumsuz bir yargı değil, aksine rock müziği özüne döndüren de bu ruh bilakis. Öyle bir performans sergilediler ki benim amatör gruplar hakkındaki yargılarımı yerle bir ettiler diyebilirim. Benim düşünceme göre bir ön grubun ilk motivasyonu kendisini tanıtmaktan ziyade, destekledikleri grup için seyirciyi ısındırmak olmalı ve Taking Dawn’ın da tam olarak yaptığı bu idi. Adamların sahnedeki enerjisi müziklerini benim için ikinci plana atmıştı ama kendilerini not ettim bir kenara, daha yakından tanımaya çalışacağım.
Şunu da söyleyeyim hemen, sahnede ana gruptan önce bir ön grubun yer almasının bir de şu güzelliği var; genelde grup kimsenin ilgisini aktif olarak çekmediğinden herkes barda meşgul olurken siz kendinize sahneyi karşınıza alabileceğiniz stratejik bir nokta bulabiliyorsunuz bu esnada. Ben de alana en geç girenlerden biri olarak Taking Dawn sayesinde hemen ön sıralara kaynamış, birkaç orta yaş üstü sarhoş adamın arkasına konuşlanmıştım. Bir konser kapsamında bu konumumun jeopolitik bir önemi olduğunu söyleyemem çünkü mütemadiyen yalpalamakta olan bu insanlar sürekli bir hareket halinde olup, ya görüş açınızı kapatırlar ya da sizlere çarparak elinizde tutmakta olduğunuz biranın sadece yarısını içebilmenize sebep olurlar.
Bu adamların hemen yanında da “konser ergeni” olarak tabir edebileceğimiz; haddinden fazla coşkulu ve her fırsatta birbirlerine “çak çak” yapan gençler vardı. Bunlar orta yaş üstü sarhoş adamlara göre daha zararsız olsalar da, eğer keyfiniz yerinde değil ve alkol oranınız da düşükse, sizi biraz sinir edebilirler. Fakat neticede bir rock ‘n’ roll konserinde de katılımcıların normlara uygun bir şekilde hareket etmesini bekleyemezsiniz. O yüzden, sahne esas grup için hazırlanana dek, yapmanız gereken konuşlandığınız noktayı müdafaa etmek olacaktır.
Gelelim akşamın ve yazının esas mevzusuna. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra Avustralyalı hard rock grubu Airbourne Terminatör filminin soundtrack’i eşliğinde sahneye iştirak etti ve ilk olarak yeni albümden “Raise the Flag” isimli parçalarını seslendirdiler. Benim için pek beklenmedik bir girişti bu; zira, kanaatimce, Airbourne performanslarının değişmez açılış şarkısı kati suretle “Stand Up For Rock and Roll” olmalıdır. Zaten liriklerinden de anlaşılabileceği gibi bu parça konserde ilk olarak seslendirilmek üzere yazılmıştır. Fakat, ironik olarak, şarkı o gecenin sonunda gösteriyi kapatırken çalındı. Böylece sözlerinde geçen “Alright people, welcome to the show, are you ready to rock, are you ready to go?” sözlerinin alanı terk etmeye hazır güruhun üzerinde pek bir etkisi olmamıştı.
Airbourne’un performansı ile kafamda konser öncesi olan soru şuydu; en uzun şarkıları 4.30 dakika olan bir grubun konseri ne kadar sürerdi veyahut kaç şarkı çalınırdı? Bu problemin de farkında olan grup elemanları açığı şarkı sunumlarını, introlarını ve sololarını jamlerle uzun tutarak kapatmaya çalıştı. Gecenin sonunda grup yaklaşık 1.5 saat sahnede kalmış ve 15 şarkıya yakın bir setlisti tamamlamıştı. Maalesef gerekli mühimmatım olmadığından şarkı isimlerini sırasıyla not alamadım ama beklediğim gibi “Chewin’ the Fat”, “Born to Kill”, “Too Much, Too Young, Too Fast”, “What’s Eatin’ You”, “Cheap Wine & Cheaper Women” gibi parçalar sırasıyla çalındı. “Girls in Black” performansı sırasında frontman Joel O’Keeffe sahneden inerek bara kadar gitti ve beş dakika sonra elinde bir bira ile tekrar sahneye geri döndü. O esnada grup elemanları boşluğunu öyle bir hard rock/boogie jam’i ile doldurdular ki gerçekten enfesti.
Benim esas olarak beklediğim parça olan “Diamond in the Rough” da Joel’in “this next song is about pussies” şeklindeki açıklamasından sonra icra edildi. O esnada her şarkı öncesi telefonunu çıkartıp şarkıların ismini yazmaya çalışan birisi dikkatimi çekti. Airbourne grubuna ve şarkılarına yabancı olacaktı ki artık sunumlardan ne anladıysa onları not almaya çalışıyordu ve “Diamond in the Rough” parçası için de “Diamond song pussy” gibi bir not düşmüştü. Komikti.
İlerleyen dakikalarda güvenlik ile sarhoş birkaç eleman arasında yaşananlar, açılan Airbourne bayrağı, Joel’in stagedive’ı ve bilimum atraksiyondan sonra sıra bis’e gelmiş; grup alkışlar eşliğinde sırasıyla “Runnin’ Wild” ve “Stand Up For Rock ‘n’ Roll”u çalarak sahneyi terk etmişti. Sonradan öğrendiğim kadarıyla ertesi günkü Kopenhag konserlerinde ve Finlandiya’daki birkaç showlarında “Blackjack” parçasını da encore esnasında seslendirmişler ancak bize nasip olmadı – ki geceyi yüksek notada bitirmeleri açısından isabetli bir tercih olmuştu bu diyebilirim kendi adıma.
Konser çıkışı hemen çalınan şarkıları hatrımda kaldığı şekilde not ettim; konserin setlisti aşağı yukarı şöyleydi:
1.Raise the Flag
2.Hellfire
3.Chewin’ the Fat
4.Diamond in the Rough
5.Blonde, Bad and Beautiful
6.What’s Eatin’ You
7.Girls in Black
8.Born to Kill
9.Back on the Bottle
10.Heartbreaker
11.Cheap Wine & Cheaper Women
12.No Way But the Hard Way
13.Too Much, Too Young, Too Fast
Encore:
14.Runnin’ Wild
15.Stand Up For Rock ‘n’ Roll
Salute.